Seyirci Işıkları

Serol Ağazat

info@33-45.net

Seyirci Işıkları

Yazı 3

 

Dedim ya beni bu sektörde çalışmaya iten ve şimdi de beni bu sektörde tutan şeylerden en önemlisi seyirci ışıklarının kapandığı an, seyirciden gelen o coşku sesiyle hissettiklerimdir.

 

Seyirci kapı açıldığından beri içeri dolmaya başlamıştır. Uğultusu yavaş yavaş artmaktadır. Saatler geçtikçe ve sabırsızlanmaya başladıkça biraz daha da artmaktadır bu ses. Özellikle de konser biraz geciktiyse, (ki bir çok konser gecikir) biraz ıslıklar, tempo tutmalar başlar. (2010 Metallica - Sonisphere konserinde seyirci Meksika dalgası yapmaya başlamıştı da sahne üzerindeki bütün Metallica ekibi gözlerine inanamamıştı) Hava kararmış saha artık seyirci ışığı adını verdiğimiz beyaz, çirkin, sadece etrafı aydınlatma görevi gören ışıklarla aydınlanmaktadır. Sonra bir anda “zank” diye söner o ışıklar. İşte o an. Çılgın bir ıslık ve ses tufanı sarar. Kan daha hızlı yürür damarlarıma, tüylerim irkilir, diken diken olurlar, ne ondan önceki yorgunluklar kalır, ne de işin siniri, stresi. Tekrar müteşekkir olurum. Şansıma, kaderime, seçimlerime. Hayata.

 

Öte yandan bizim işte çok da kritik ve önemli bir andır bu an. Aslında en stresli anlardan biridir konser başlangıcı. Tiyatronun perdesi gibidir. “Şak, diye açılmalıdır perde, nasıl açılırsa öyle gider oyun” der Ferhan Şensoy. Bizde de seyirci ışıkları öyledir. “Zank” diye inmelidir şalter. “Tak” diye başlamalıdır konser. Seyircinin konsantrasyonuna bir şaplak gibi vurmalıdır.

 

Ağırladığımız büyük yabancı sanatçıların konserlerinde önemli görevlerden biridir bu. Sanatçının kendi prodüksiyon amiri öncelikle bu konuda bir nutuk çeker. Öneminden bahseder. Ben de genelde verdiğim cevabı veririm ona. “Abim, ben bu işi yıllardır en güvendiğim adama veririm. Yani kendime. Senle ben temasta olacağım. Ayrı bir telsiz kanalı yapacağız, sen bana sinyali vereceksin, ben indireceğim” Benim o sırada başka bir işim olamaz.

 

Bunu yapmamın sebebi gerçekten de bu hassas an konusunda yıllardır kimseye güvenemeyişimdir. Güvenemem çünkü stadın ışıklandırma sistemi konusunda bilgili genelde sadece bir adam olur. Sahanın kendi elektrik teknisyeni. Bu adam da bizim işlerimizle alakası olmayan, benim, durumun hassasiyetini anlatmakta güçlük çekeceğim bir eleman olur normal şartlarda. Haklıdır da. Ne bilsin adamcağız?

 

Neticede kontrol sistemi ya bir şalter olur, yeni yapılma büyük tesislerde bazen bir bilgisayar mouse’u, bazen de bir kaç düğmeden oluşur. Tek seferde kapamak zordur onları. Fakat kontrol merkezi neresiyse orada olağanüstü önlem alırım. Kimse bulaşmasın diye. Vakitsiz kurcalanmasın diye. Mümkünse odanın anahtarını elektrikçisinden alır boynuma asarım. Yoksa güvenlik koyarım vs vs vs.

 

2012 Haziran’ında bir Madonna konseri ağırladık GNL ve BKM işbirliği ile. Müthiş bir konser, inanılmaz büyük bir prodüksiyon. Jake Berry gibi bir prodüksiyon deviyle çalışıyor Madonna. Ben de mahçup duruma düşmemek için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Mekan Galatasaray’ın yeni stadı. Kadın zaten muhteşem. Bisikletiyle tüm kulis alanında sürekli dolaşıyor. O gün 3 saat sahnede dansçılarla prova yapıyor. İşinin başında. Profesyonelliği ile hepimizin çoktan büyük hayranlığını kazanmış durumda. Hali hazırda zaten hayranı değilsek tabi.

 

Jake ile de yukarıdaki konuşmayı yaptık. Seyirci ışıklarının konserden önce hangi düzende yanacağını ve nasıl kapanacağını konuştuk. Biz Emre Yıldırım ile üzerinde bir iki kere geçtik. Saha içine giren büyük 2 holden birinden sanatçılar sahneye gidiyorlar. Saha ışıkların kontrolü de bu büyük hole çıkan koridordaki odalardan birinde. Yani önce bir koridora sonra bir odaya giriliyor. Hayli kapalı camsız bir oda. Pencere niyetine sadece büyük hole bakan tarafta duvarın en tepesinde biraz açıklık var o kadar.

 

Sahne saati çoktan geldi geçti. Bayağı bekledik. Telsizde hiçbir hareket yok. “Ulan bu kapalı yerde telsiz mi çalışmıyor acaba” kaygısıyla, Jake’e anons ettim duydu. Cevabı geldi. Rahatladım biraz ama yine de gerginiz. Bayağı bir süre daha bekledik. Bir anda büyük holde bir hareketlenme oldu. Bir minibüs sesi geldi. Minibüs durdu. İçinden dansçılar ve orkestra olduğunu tahmin ettiğim bağıra çağıra, şen şakrak bir ekip indi. Uzaklaştı sesleri. Biz sadece o tepe camından sesleri duyuyoruz. Ne olup bittiğini görmüyoruz. Emre’ye dedim ki “oğlum ekip geldi, bunlar çıkıyor sahneye, ben gidip bakacağım”. Fakat elim mouse’ta alesta bekliyorum. Anons geldiğinde orada olmam lazım. Koridora çıktım ve hızla büyük hole açılan kapıya doğru koşmaya başladım. Sert bir hareketle kapıyı iterek bir açtım, güvenlik “dank” diye eliyle kapıyı tuttu. Kapı azıcık açıldı ancak. Aradan gördüm.

 

Madonna kapının 30-40 cm önünden geçti. Bisikletiyle.

 

“Hassiktir!” diye arkamı döndüğümde Omzumun üzerinden olayı izlemekte olan Emre’nin bembeyaz olmuş yüzüyle burun buruna geldim. Sanırım o surat ifadesini hayatım boyunca unutmayacağım.

 

Biraz önce Madonna’yi bisikletiyle tam sahneye çıkmak üzereyken sakatlamaya teşebbüs etmiş kişi olarak koşarak odaya geri döndüm. Anons geldi ve mouse’un  düğmesine bastım. “zank” diye söndü ışıklar, “tak” diye başladı konser.  Güvenlik görevlisi sanırım hem konseri hem de benim kariyerimi kurtardı o gün.

 

Ama her zaman kurtarıcı olmadı güvenlik görevlileri. Sene 2013, (Ecmel Pehlivanlı girizgâhı) bu sefer Roger Waters The Wall konseri. ITU Ayazağa kampüsündeki statta yapılıyor etkinlik. Bu sefer Nick Evans ve Chris Kansy ile birlikte çalışıyoruz. Yine aynı diyalog. House lights! Yani seyirci ışıkları. Konuştuk ettik. Sahanın 4 ışık kulesi var. Bize çok fazla. Konserden önceki gece provasını yaptık, hatta 1 kule işimizi görüyor. Çok aydınlık istemiyorlar ortalığı. Anlaşıyoruz. Kapalı tribün tarafındaki kuleyi açık bırakacağız. Çevrede başka ışıklar da var. Onları hiç açtırmayacağız. Bir de sahnenin tam karşısındaki tepenin üzerinde sokak aydınlatmaları var. Seyircilerin kampüsün içinden sahaya doğru geldikleri yer. Onlar da hiç açılmayacak.

 

Ben ışık kontrol mekânının keşfini yapıyorum. Küçücük bir oda. Eski tip bir kontrol panosu. 8-10 tane şalter var. Üzerlerine notlarımı yazdım. Yanıma asistanlarımdan birini de aldım. Ona da anlattım. Ama o bir şey yapmayacak. Sadece bilen ikinci birisi olsun istiyorum. Olur a, başıma bir şey gelir. Düşer bayılırsın, bir şey olur. Dünyanın bin türlü hali var. Olayı bilen birisi daha olsun derdindeyim.

 

Odanın kapısı kilitlenmiyor. 2 metre yüksekliğindeki çitlerle önünü kapadım. Gerçi çok da dert etmiyorum çünkü burası Roger Waters’ın odasının bitişiğinde, ayni koridorda. Yaka kartları kullanıyoruz. Bu odaya yaklaşabilmen için GNL/BKM sana bir organizasyon kartı vermiş olacak. Tüm kapılarda güvenlikler ve içeri girebilecek görevli kartlarının bir örneğinin bulunduğu panolar var. Sen benim Chris Kansy’ye vermiş olduğum özel listede olacaksın, yani boynunda bir de sanatçı ekibi tarafından verilmiş kulis kartı olacak. Bu kartların hiçbirinden stadın kendi teknik ekibine vermiyoruz. Oraya kartsız girebilecek adamın alnını karışlarım. 

 

Konser saati yaklaştı, hava karardı. Bizim tek kuleyi yaktık. O sırada fark ettim ki karşı tepenin üzerindeki ışıklar yakılmasın dememize rağmen yanmış. Konsere daha yarım saat var. Vakitlice arayayım da söyleyeyim dedim. Stadın teknik sorumlusunu aradım. “Tepenin üzerindeki sokak aydınlatmalarıni kapattırabilir misiniz lütfen?” dedim. “Tabii” dedi. Teşekkür ettim, kapadım. 5 – 10 dakika geçti geçmedi. Bizim seyirci ışıkları “zank” diye söndü!

 

Bir yandan o odaya doğru koşuyorum. Bir yandan da bunlar oraya nasıl girdi? Güvenlik bunları nasıl içeri aldı? Bunları düşünüyorum. Koridorun kapısının önünde içeriden muzaffer bir ifadeyle çıkan elektrikçiyle denk geldik. “Abi ne yaptın? Neden kapadın ışıkları dedim”  deyip içeri koştum. Benimle geldi, “abi anons geldi kapat diye, ne bileyim” diyor.

 

Bu içine sıçtığımın saha ışıkları Metal-Halide denen bir lambadır. Uzun süre yandıktan sonra söndürürsen açılması için 10 dakika soğuması gerekir. Açılmaz. Neyse ki diğer kule var. Onu yaktım.

 

Tekrar odanın önüne çıktık. Delirmiş durumdayım ama adamın bir suçu yok. Talimat ona yanlış gitmiş, herif de gelip söyleneni yapmış. Ama içeri nasıl girmiş. Tam o güvenliğin yanındayız. Bir yandan elektrikçiyi omzundan tutmuş kâğıt parçası gibi sallıyorum, bir yandan da nefesimin yettiği kadar bağırarak (anırarak) güvenliğe “BU ADAMIN GOREVLI KARTI VAR MI” diyorum ama güvenliğin cevabını duymuyorum bile. Cam kapının üzerinde içeri hangi kartların girebileceğini gösteren pano asılı. Elimle panoya vurarak “BU KARTLARDAN HANGİSİ VAR LAN BU ADAMDA” diye bağırıyorum. O sırada seslere o bölgenin güvenlik şefi Cengiz geldi, beni sakinleştirmeye çalışıyor ama ben yularından kurtulmuş eşek gibi anırıyorum. Camı yumruklamama ve bağırışlara Roger Waters’ın kulis sorumlusu kadın çıktı dışarı. Ses yapmayın falan diyor. Kadına ne dediysem artık, geldi bana 2 tane çaktı, kendime geleyim diye. İşe yaradı.

 

Kadını "ne vuruyorsun lan bana" diyerek uzaklaştırdım. Nefesimi toparlayıp Cengiz’e dönüp “şimdi bu herifi kovuyorsun, bu kapıya da sen geçiyorsun” konser başlayıncaya kadar hiç bir yere ayrılmıyorsun” diyorum. Büküyor boynunu dünya efendisi Cengiz. Beni oradan uzaklaştırıyorlar.

 

Bizim oda tarafına geçtim. Biraz su falan içtim herhâlde. Bütün despotluğuyla Nick Evans geldi. “Ne bu rezalet?” dedi. Dilim döndüğünce anlattım. Suratını ekşite ekşite dinledi. Bastı odasına gitti.

 

Bu arada yanımda ekipten birileri var. Benim seyirci ışıklarından sorumlu asistan da orada. Yukarıda anlattığım gibi olayı anlattım. Hepsi dinliyorlar. Yukarıdakinin üzerine ekstra hiç bir şey söylemedim. Bizim asistan ortadan kayboldu. Biz muhabbete devam ediyoruz.

 

“ZANK” öbür kule de söndü!

 

Aklımı kaçıracak gibiyim. Tekrar koşuyorum olay mahalline, bu sefer kapıda Cengiz var. İçeriden bu sefer aynı muzaffer ifade ile bizim asistan çıkıyor! Cengiz'e diyebilecek birşeyim yok çünkü asistan benim asistan, boynunda her türlü kart mevcut. Artık süngüm düşmüş durumda bağıracak halim kalmamış, “oğlum ne yaptın” diyorum. “Abi sen öyle istemedin mi?” diyor. Dişlerimi tüm gücümle sıkarak olduğum yerde tepindiğimi hatırlıyorum. Anlattığımın neresinden böyle bir sonuç çıkardığını bilemiyorum. Havalı havalı hiç kimseye güvenmem, kendim yaparım demişim. Akşamına bir sağ, bir sol yakıp ışık şov yapıyoruz. Neyseki hava yaz olduğu için çok kararmamıştı fazla hissedilmedi ama hiç o kadar utandığım bir proje olmamıştı sanırım. Nick ile bir sonraki diyaloğumuzdan bahsetmeyeceğim bile. 

 

Bu arada güvenliğe de 10 günlük birikmiş stresi de kusmuş oldum.

 

İş hayatımda bu tarz davrandığım bir çok an oldu. Hiç birinin olmasından zerre hoşnut olmadım. Sonrasında hep çok üzüldüm. Kimisinden dönüp özür dileme, kendimi anlatma fırsatım oldu. Kimisinden olamadı. Çok fazla kalp kırdım belki de. Bunu yaparken farketmedim.

 

Fakat onlar da şunu farketmediler. Ben hiç bir işe bir projelik bir iş gözüyle bakmadım. O yüzden olan tersliklere “neyse canım, olur böyle şeyler” sakinliği ile yaklaşamadım. İçinde bulunduğum her organizasyon kariyerimde attığım adımlardı. Beni hayallerime götürecek merdivenin basamaklarıydı onlar. Bana kazık atan, verdiği sözü tutmayan, işi baltalayan, kalitesini düşüren, değersizleştiren her olayı, kişiyi de hayallerimi elimden almaya teşebbüs eden kimseler olarak gördüm ve aslında buna tepki verdim. Hayallerimin çalınmasına. Onlar ise “niye bu kadarcık bir olaydan, bu kadar fırtına kopardı ki bu adam” diye baktılar bana. Onlar da haklıydılar, ben de.

 

Hepsine özür borçluyum. Keşke yaşanmasalardı. Keşke bugün gidip gönüllerini alabilsem. Ama bugün yine ayni şeyler olsa büyük ihtimalle yine ayni şekilde davranırdım.

 

Elimden başka türlüsü gelmezdi. 

 

Hizmetler bulunuyor...